Kurumumuz Bünyesinde Stajyer Alınacaktır.

13 Şubat 2023

Staj Başvurusu
Kurumumuz Bünyesinde Grafik Tasarım Uzmanı Alınacaktır!

13 Mart 2023

İş Başvurusu
DUYURULAR
Uluslararası İlişkiler Uzmanı Sn. Öznur Küçüker Sirene ile Hamas-İsrail Savaşı, Avrupa ve Göç, Türkiye-AB İlişkileri Üzerine Röportaj

Merhaba, Türkiye Uluslararası İlişkiler ve Stratejik Analizler Merkezi olarak Uluslararası İlişkiler Uzmanı Sn. Öznur Küçüker Sirene ile Hamas-İsrail Savaşı, Avrupa’da göçmen politikaları, göçmenlerin entegrasyonu, yükselen göçmen karşıtlığı ve Türkiye-Avrupa Birliği ilişkileri üzerine bir röportaj gerçekleştireceğiz. Sözü kendisine bırakıyorum.

Soru 1: 7 Ekim 2023 tarihinde başlayan ve hala devam eden Hamas-İsrail Savaşı sürecinde, İsrail’in Gazze’deki sivillere yönelik insan hakları ihlalinde bulunması artık dünya kamuoyunun görmezden gelemediği bir durum haline geldi. Avrupa’nın önde gelen ülkeleri başta olmak üzere dünyanın birçok yerinden İsrail’e destek açıklamaları geldi. Türkiye, Rusya, İran, İspanya, Çin gibi ülkeler ise İsrail’e açıkça ateşkes çağrısında bulunarak Gazze’de yaşanan insanlık dramına sessiz kalamadı. Siz bu meseleyi nasıl değerlendiriyorsunuz?

İsrail ve Hamas arasında devam eden savaş her ne kadar Hamas’ın 7 Ekim’de gerçekleştirdiği  sürpriz saldırıyla başladıysa ve kamuoyunda şok etkisi yarattıysa da aslında uluslararası  ilişkileri takip eden uzmanlar tarafından uzun süredir bekleniyordu. Çünkü yaşananların uzun  bir geçmişi ve arka planı var. 1948 yılında İsrail Devleti kurulduktan sonra İsrail, dini ve tarihi  gerekçelere dayanarak topraklarını genişletme arzusundan hiç vazgeçmedi. Somut bir örnek  vermek gerekirse, İsrail'in fiili işgali altındaki Batı Şeria'da 400 bin, Doğu Kudüs'te 200 bini  aşkın Yahudi işgalci yerleşimci bulunuyor. Uluslararası hukuka göre, buradaki Yahudi işgal  yerleşimlerin tümü yasa dışı kabul ediliyor. Peki bu meselede şu ana kadar alınan BM kararları  veya uluslararası tepkiler etkili oldu mu? Hayır. İsrail’in Filistinli halka uyguladığı baskı ve  zulüm yıllardır dünyanın gözleri önünde devam ediyor. İşte savaş da bu koşullarda başladı. Ancak Batı ülkeleri meselenin özüne odaklanmak yerine savaşı “İsrail’in terör örgütü Hamas’a karşı mücadelesine” indirgemeyi tercih ettiler. Hamas’ın sivilleri hedef alan saldırısını kınamalarına rağmen Batı ülkelerinde yaşayan Filistin destekçileri bile “terör destekçisi” olarak nitelendirilmeye başladı. Almanya ve Fransa gibi ülkelerde konunun hassasiyeti bahane edilerek Filistin’e destek gösterileri yasaklandı. Daha sonra belli şartlar dahilinde izin verilen gösterilere katılanlar polis şiddetine maruz kaldı (ve büyük ihtimalle bazıları istihbarat birimlerince fişlendi). Hepimiz dünyaca ünlü aktör, futbolcu, mankenlerin Filistin’e destekleri yüzünden nasıl camiaları tarafından dışlandığına hatta işini kaybettiklerine şahit olduk. AB Komisyonu Başkanı Ursula von der Leyen, Rusya’nın Ukrayna’da su, elektrik ve yakıt kesmesini “savaş suçu” olarak nitelemesine rağmen, İsrail’in Filistin’de aynı uygulamalara başvurmasını “kendini savunma hakkı” olarak değerlendirdi.

Uluslararası kamuoyunun gerçeklere gözlerini açan en çarpıcı olay, Gazze'deki El-Ehli Baptist Hastanesi’nin İsrail tarafından bombalanması sonucu 500'e yakın sivilin korkunç koşullarda hayatını kaybetmesi ve vahşet görüntülerinin hızla sosyal medyada yayılması oldu. Ayrıca 7 Ekim'den bu yana 18 binden fazla sivilin katledildiğinin ve bunların büyük çoğunluğunun da çocuk ve kadınlardan oluştuğunun altını çizelim. Bu vahşet bilançosu karşısında dünya halkları uyanmaya başladı. Washington'dan Paris'e, Barcelona'dan İstanbul'a kadar dünyanın dört yanında insanlar, Filistin'e destek gösterilerinde İsrail vahşetini ve Batı ülkelerinin bu katliama ortak olmasını kınadı. Göstericiler arasında Yahudi gruplar da vardı. Benzer şekilde, bu olayla birlikte “alternatif dünya” arayışı da hızlandı. Halklar,

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın yıllardır her platformda dile getirdiği gibi “daha adil bir dünya” talebinde bulunmaya başladılar. Böyle bir ortamda Batı ülkelerinin çoğunluğunun İsrail’e karşı takındıkları ikiyüzlü ve çıkarcı tutumun aksine, tarafları ateşkese çağıran, Filistinlilerin hak arayışının altını çizen liderler dünya kamuoyu tarafından birer “kahraman” olarak algılanmaya başladı. Bu süreçte Cumhurbaşkanı Erdoğan cesur söylemleriyle dünya gündeminde çokça yer tuttu. Çok ses getiren birkaç ifadesine örnek vermek gerekirse, Cumhurbaşkanı Erdoğan “Bizim İsrail'e borcumuz yok, ama borçlu olanlar rahat konuşamıyor” dedi. Ayrıca Erdoğan, Batı ülkelerinin “terör örgütü” olarak nitelediği Hamas'ı “işgale karşı direniş hareketi” olarak değerlendirdi. Her ne kadar Batı medyası söz konusu ifadeleri çokça eleştirse de Türkiye’den haliyle şu tepkiler geldi: “Peki bizim terör örgütü kabul ettiğimiz YPG’yi siz neden ‘DEAŞ’a karşı mücadelede kahraman ortaklarınız’ olarak nitelendiriyorsunuz?”

Özetle, Ukrayna-Rusya ve İsrail-Hamas savaşlarına yaklaşımdaki keskin farklılıklar, “terör örgütü” ifadesinin taraflı kullanımı, Filistin meselesinin özüne inilmeyip yaşananların “terör saldırısına karşı mücadeleye” indirgenmesi, çocuk katliamlarına tepkisizlik, İsrail’e karşı koşulsuz destek, bir kez daha Batı dünyasının ikiyüzlülüğünü gözler önüne sermiş oldu. Böyle bir ortamda, gelecek yıllarda Türkiye ve Çin gibi ülkelerin uluslararası sahnedeki ağırlığı artacaktır.

Soru 2: Son yıllarda Avrupa göçmenlerin kabul sayısını sınırlandırmaya ve kabul edilenlerin kendi içinde konsolide etmeye yönelik politikalar üretmekte. Bununla birlikte Avrupa’da göçmen karşıtlığı hızla arttığını ve milliyetçi partilerin her geçen gün daha da popüler hale geldiğini görmekteyiz. Bu bağlamda Avrupa’nın göçmenlere yönelik politikalarını, göçmenlerin kültürel, ekonomik, sosyal açıdan entegrasyonunu ve Avrupa’da yükselen göçmen karşıtlığını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Dünya genelinde son yıllarda artan ekonomik ve siyasi istikrarsızlık, çatışma, savaş, ekolojik felaket gibi faktörler dünyadaki göç hareketlerini hızlandırdı. Özellikle 2011 yılında başlayan Suriye iç savaşını takiben 2015 yılında ortaya çıkan göçmen krizi Avrupa Birliği ülkelerini göç hareketlerine karşı önlem alma arayışı içine soktu. 2016 yılında Türkiye ve AB arasında imzalanan göçmen anlaşması ile AB'ye yönelik düzensiz göç akınının önlenmesine ilişkin iş birliğini öngören Ortak Eylem Planı'nın uygulanması kararı alındı. Her ne kadar söz konusu anlaşma AB ülkelerine düzensiz göç akınını büyük ölçüde engellediyse de 2016 yılından bu yana “göçmen meselesi” Türkiye de dahil bütün göç alan ülkelerin siyasi gündeminin ana merkezi haline gelmeye başladı. Örnek vermek gerekirse, ben hem Türkiye hem Fransa’da yaşayan biri olarak her iki ülkede de bu konunun artık siyasette büyük yer kapladığını gözlemliyorum. Her iki ülkede de vatandaşların şikayet ve endişeleri benzerlik teşkil ediyor. Söz konusu endişelere örnek olarak, göçmenlerin zaman içinde ülkenin demografik yapısını değiştireceğinden korkulması, savaş ve çatışmalardan kaçan göçmenlerin yerel kültüre ayak uydurmalarında zorluk çektiklerinin ve suç olaylarına daha çok karıştıklarının düşünülmesi, göçmenler düşük ücretlerle çalışmayı kabul ettikleri için iç piyasada ortaya çıkan ekonomik dengesizlikleri sayabiliriz.

Halkta oluşan bu endişelerin bazılarında haklılık payı olduğu gibi birçok noktada da yalan haber ve yanlış bilgilerle halk galeyana getirilerek göçmen meselesi, siyasi malzeme haline getiriliyor. Türkiye ve Fransa örneklerinden devam edecek olursak, her iki ülkede de göçmen meselesinin aşırı sağcı siyasetçilerin varoluş sebebi olduğunu gözlemliyoruz. Halkın hissettiği korkuyu daha da büyüterek kendilerine siyasi arenada yer açan popülist siyasetçiler zaman içinde halkın sadece küçük bir kesiminde gözlemlenen göçmen düşmanlığını çok daha ileri bir boyuta  taşıdılar.

İşte böyle bir ortamda İtalya ve Hollanda gibi ülkelerde aşırı sağ siyasi zaferler elde etti.  İtalya’da aşırı sağcı siyasetçi Giorgia Meloni Başbakan seçildi. Hollanda’da da yine göçmen meselesi nedeniyle hükümet düştükten sonra kasım ayında düzenlenen erken seçimlerde İslam ve göçmen düşmanı aşırı sağcı siyasetçi Geert Wilders'ın Özgürlük ve Demokrasi İçin Halk Partisi (VVD) zafer elde etti. Avrupa’da esen popülist rüzgarın etkisiyle, Fransa’da da aşırı sağcı Ulusal Birlik Partisi lideri Marine Le Pen’in 2027 Cumhurbaşkanlığı seçimini kazanması hiç olmadığı kadar olası gözüküyor.

Hal böyleyken, aşırı sağın henüz iktidara gelmediği bütün diğer ülkelerde de göçmenler konusunda bir dizi önlem alınıyor. İktidardaki partiler de gerçek siyasi ve ekonomik başarısızlıklarını örtbas etmek için bu konuyu malzeme olarak kullanıyorlar. 2022 seçimlerinde aşırı sağcı fikirlerle mücadele ettiğini söyleyerek seçimleri kazanan Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron, iktidarının ikinci döneminde göçmenlere karşı aşırı sağcı partilerden çok daha sert bir siyaset izlemeye başladı. Ülke genelinde bu durum, Macron ve hükümetinin gerçek problemlerden kaçarak suni bir gündem oluşturma çabası olarak değerlendiriliyor. Fransa parlamentosunda 19 Aralık 2023'te onaylanan tartışmalı göç yasasında, göçmenlere aile  birleşimini zorlaştıran, sosyal yardımları ve konut yardımlarını belirli şartlara bağlayan, kayıt  dışı göçmenlere sağlık yardımlarını tamamen kaldıran ve çifte vatandaşların güvenlik güçlerine  karşı suç işlemeleri durumunda Fransız vatandaşlığını düşüren oldukça sert düzenlemeler  bulunuyor.

Tıpkı Fransa gibi Avrupa genelinde de göç meselesinin doğru yönetimi için uzun süredir devam eden çalışmalar mevcuttu. Uzun uğraşlar sonucunda, Avrupa Parlamentosu ve AB hükümetleri, Yeni Göç ve İltica Paktı üzerinde anlaştı. Buna göre, her AB ülkesine her yıl barındırması gereken 30 bin kişilik bir göçmen kontenjanı verilecek. Bu kontenjan, ülkenin milli geliri, nüfusu ve deniz kurtarma operasyonları gibi faktörlere bağlı olarak belirlenecek. Sığınmacı kabul etmeyen ülkeler, alternatif olarak, göçmen alan ülkelere kişi başı yılda en az 20 bin euro nakit, ekipman veya personel yardımında bulunacak.

Bütün bu gelişmeler karşısında kendi kişisel görüşlerimi özetlemek istiyorum. Bence tabii ki göç alan bütün ülkelerin göçmenlerin topluma, kültürüne, kurallarına en iyi şekilde ayak uydurmalarını sağlamak için kapsamlı bir entegrasyon politikası yürütmesi gerekiyor. Bunun da ilk koşulu göçmenlerin göç ettikleri ülkelerin dilini öğrenip bu ülkelerde eğitim görmeleri ve istihdam edilmeleri. Bir ülkeye iyi uyum sağlayan, düzgün yaşam koşullarına sahip olan hiç kimse suç olaylarına karışıp kendisine kapılarını açmış ülkenin kötülüğünü istemez. Bu tür eylemleri gerçekleştirenler sadece azınlıktır. Avrupa’da giderek yaşlanan bir nüfusun da olduğu gerçeğini göz önünde bulundurursak her ne kadar şu anda Avrupa göçmenlere kapılarını kapatıyor gibi gözükse de er ya da geç göçmenlere ne kadar ihtiyacı olduğunun da farkına varacaktır. Meseleye yaklaşımımızda karşımızda tıpkı bizler gibi insanlar olduğunu unutmamalı, özellikle çocuk ve kadınların büyük trajediler yaşayarak daha iyi bir yaşam umuduyla ülkelerini terk ettiklerini ve bir gün kendimizin de bu duruma düşebileceğini düşünebilmeliyiz. Göçmen meselesine insani ve akılcı bir yaklaşım bu meselenin doğru yönetilmesinin anahtarı.

Soru 3: Türkiye-Avrupa Birliği (AB) ilişkileri tarihten günümüze çok farklı dinamikler barındırmaktadır. AB ve Türkiye arasındaki ilişkileri güncel koşullar ekseninde nasıl değerlendiriyorsunuz? Sizce AB ve Türkiye arasındaki ilişkiler gelecekte nasıl şekillenecek?

Türkiye ve Avrupa Birliği (AB) arasındaki ilişkiler oldukça inişli çıkışlı, aşk ve nefreti bir arada barındıran 60 yılı aşkın ilginç bir geçmişe sahip. Avrupa Birliği halen birinci ticari ortağımız olmasına, güvenlik, göç, enerji gibi meselelerde birbirimize oldukça bağımlı olmamıza rağmen, AB'nin Türkiye'ye karşı yürüttüğü ikircikli politika birlikte yol yürümemizi imkansız kılıyor.

Türkiye’nin AB’ye adaylık sürecinde, yıllar içinde, insan hakları meselesi, Kıbrıs’ın statüsü, Doğu Akdeniz’deki doğal zenginliklerin paylaşımı gibi birçok farklı mesele karşımıza engel olarak çıktı. Gerçekte bütün bunların bir bahane olduğunu Avrupa ülkeleri de dahil olmak üzere hepimiz biliyoruz.

AB’ye üyelik yolunda önümüzdeki gerçek engellere örnek olarak şunları sayabiliriz: Avrupa’nın en büyük demografik gücüne sahip olması nedeniyle Türkiye’nin AB’ye üyelik durumunda Avrupa Parlamentosu’nda en fazla koltuk sayısına sahip ülke haline gelecek olması, ülkemizin çoğunluğunun Müslümanlardan oluşması ve bu nedenle Türkiye’nin “Avrupalı” kabul edilmemesi, üyelik durumunda ülkemizin askeri açıdan da Avrupa’nın en güçlü  ülkelerinden biri haline gelecek olması, Avrupa Birliği karar mekanizmalarında ve  faydalanılacak yardımlarda önemli avantajlar elde edecek olmamız. İşte bu nedenlerden dolayı küçük bir ülkenin AB’ye üyeliği ile Türkiye gibi her açıdan önemli bir ülkenin AB’ye üyeliği aynı önemi teşkil etmiyor. Türkiye, AB’ye üye olur olmaz AB’nin en önemli üç ülkesinden biri haline gelecektir. Bu durum da tabii ki AB’den imtiyazlar elde eden Almanya ve Fransa gibi ülkeleri rahatsız ediyor.

AB’ye üye olmasak da AB’ye adaylık sürecinin Avrupa standartlarına uyum gibi ülkemiz açısından birçok olumlu etkisi oldu. Dürüst konuşmak gerekirse de ileriki yıllarda Türkiye’nin AB’ye üye olacağını düşünmüyorum. Zaten ülkemizde de haklı olarak herkes kendisine şu soruyu sormaya başladı: “Acaba AB’ye üye olmak Türkiye’ye gerçekten avantaj sağlar mı?”.

Avrupa artık eski Avrupa değil. Brexit sonrasında birçok Avrupa ülkesinde de Avrupa kuşkuculuğu ve karşıtlığı hız kazandı. Bugün birçok ülke AB’nin kendi egemenlik haklarına zarar verdiğini ve bağımsız karar alamadığını düşünüyor. AB içinde Macaristan ve Polonya gibi ülkelerden çatlak sesler çıkmaya başladı. Bütün bunlar yaşanırken Türkiye ise yaşadığı bütün ekonomik problemlere rağmen hızla büyümeye devam ediyor. Dış siyasetteki ağırlığı artıyor.

Savunma sektöründe başarıdan başarıya koşuyor. Peki geleceğimizi AB’ye bağımlı mı yoksa bağımsız bir şekilde mi inşa etmeliyiz? Bence mevcut koşullarda bunun cevabı çok açık.  Avrupa Birliği uluslararası meselelerde hızlı karar vermede yaşadığı sıkıntılar, Ukrayna gibi AB’ye üye olmak isteyen ama kısa sürede üye olması mümkün gözükmeyen ülkeler, yakın coğrafyası ile güçlendirmek istediği bağlar gibi sebepler nedeniyle “dört vitesli / çemberli Avrupa” projesini öne sürdü. Buna göre, merkezdeki çember, Avrupa Birliği'nin para birliği Euro'ya üye olan ülkeleri içerecek. İkinci çember, AB üyesi olup Euro'ya dahil olmayan ülkeleri ve gelecekte bu birliğe katılması olası olan ülkeleri içerecek. Üçüncü çember, demokrasi ve hukukun üstünlüğü gibi temel değerlere bağlı olup, AB üyeliği olmayan ancak AB ortak pazarına entegre veya entegre olmayı amaçlayan ülkeleri içerecek. Son çemberde ise demokrasi ve insan hakları ikinci plana atılacak; bunun yerine jeostratejik açıdan AB ile ortak olacak “Avrupa Siyasi Topluluğu” üyesi ülkeler bulunacak.

Normalde ülkemizin ikinci çemberde yer alması gerekirken bugün hala dördüncü çemberde bile yer alıp almaması gerektiği tartışılıyor. Hal böyleyken bence bizim “kendi çemberimizi” oluşturma vaktimiz geldi de geçiyor. Örneğin AB Batı Balkan ülkelerini de birliğe dahil ederek bu bölgedeki Türk ve Rus nüfuzunu kırmayı amaçlıyor. Türkiye’nin Türk Devletleri Teşkilatı, BRICS gibi oluşumlardaki yeri ve önemini güçlendirerek özellikle eski Osmanlı topraklarını içine alan yeni oluşumlar da teklif edip dış siyasette atağa geçmesi gerekiyor. Yoksa AB Türkiye’yi birliğe dahil etmek şurada dursun Türkiye’nin dünyada sağlamlaştırdığı konumuna bile zarar verebilir.

Mevcut koşullarda, AB aynı ikiyüzlülük ve çifte standart ile siyaset yürütmeye devam ederse, AB’den sağlayabileceğimiz tek avantaj, Türk vatandaşlarının AB’ye vizesiz seyahat etmelerini sağlayacak vize serbestisi ve Gümrük Birliği’nin güncellenmesi meselelerinin müzakerelerini başarıya kavuşturmak olacaktır. Bunun haricinde, her ne kadar ifade ettiğim gibi birçok meselede AB ile birbirimize muhtaç olsak da önümüzdeki yıllarda daha da şiddetlenecek olan aramızdaki rekabet AB ile sağlıklı ve dürüst ilişkilere sahip olmamıza engel oluyor. Bu nedenle AB’den bağımsız olarak kurguladığımız dış siyasetimize inanç ve azimle devam etmeliyiz.